Dünyaya ilk geldiğimiz anda bir toplumun içine doğarız. Bu toplumun önceden oluşturulmuş kendi kültürü, ahlaki görüşleri ve doğruları vardır. İstemesek bile içine doğduğumuz bu yeni toplum bizim varoluşsal sürecimizden çok daha önce belirlenmiş doğruları ve yanlışlarıyla zihnimize bir sınır çizer. Hatta çoğu zaman kendimizin sandığımız ilk düşüncelerimiz bile bize ait olmaz. Daha çok çevremizden duyduğumuz konuşmaların bir yansımasıdır, ortak bilincin ürünüdür. Bu toplumun bize aksettirdiği yargılar her geçen gün düşünme yetimizi biraz daha kısıtlar. Çünkü ortak kültüre yönelme içgüdüsü ile aslında birçok olguya alışmış hale geliriz.
Bazı insanlar baskılar altında oluşmuş benliklerinin kendileri olduklarını iddia ederler. Onlar için toplumun onayı önemlidir. Kendilerine kurdukları bu düşünsel hapishanede mutlu ve güvende olduklarını hissederler. İçeri giren tek bir ışık hüzmesi onları rahatsız eder. Genelde toplumda saygınlığı olan meslekleri seçerler, hatta eş seçimlerinde bile kendilerinin uygun gördüğü değil kendilerine uygun görülen kişileri tercih ederler… Peki, bir gün bütün bu baskılardan sıkılıp, varoluşsal sancılarımızdan kurtulup kendimiz olmaya kara verirsek ne olur?
İnsanın varoluşsal yolculuğu ilk adımından itibaren çok zorlu bir süreçtir. Dostoyevski’nin bir kitabında şöyle bir cümle vardır: “Kendim olmaya karar verdim. İyi de, kendim kimdi… Nasıl biriydi?’’ Bazen o kadar uzaklaşırız ki kendimizden kendimiz sandığımız kişinin aslında bir yansıma olduğunu anlayamayız. Bu yüzden yolculuğun ilk adımı kendimizi tanımadığımızı algılayabilmektir. İçimizde susturduğumuz sesler, bazen düşündüğümüz için kendimizden bile utandığımız düşünceler… Hepsi aslında yine bizim içimizden çıkmadır ve söylemek istedikleri bir şeyler vardır. Bu düşünceler gerçekten yanlış mı yoksa bize yanlış diye mi öğretildi? Önce bunun ayrımını iyi yapmamız lazım. Ayrımını yapabilmek için ise kendimizden kaçmamamız, bilakis neyi neden arzuladığımızı altında yatan sebepleriyle incelememiz gerekir. Zaman zaman bunu yapmaktan çekiniriz çünkü altında yatan çirkin tarafla yüzleşmek istemeyiz. Bu noktada çirkin tarafımızın varlığını kabullenmek onu alt edebilmek için atacağımız ilk adımdır.
Peki, kafamızdaki bütün engelleri aşıp kendimiz olmaya karar verdiğimizde yine de sevilir miyiz? Öncelikle buradaki “yine de” ibaresine dikkat çekmek isterim. Çünkü çoğu insan kendinin bir şeylere “rağmen” sevildiğini düşünüyor. Oysa sevgi tahammül etmek değildir. Bu yüzden kendiniz olmanıza katlanamayacak, bu alanı size sağlayamayacak insanların arkasından ağıt yakmak ne kadar gerekli üzerine tartışılır. Tabii şunu da eklemek isterim, bu kendin olmak dediğimiz şey ben buyum deyip insanları kırık dökmek değildir, sonuçta ışık hüzmesinden rahatsız olan insanların gözlerine gidip fener tutarsak pek hoş karşılanmayabiliriz. Ezberleri ve alışkanlıkları bozmak kolay bir iş olmadığından sabırlı olmak gerekir. Eğer bu sabra sahip olduğunuzu düşünüyorsanız, kendi içsel yolculuğunuza çıkmak için önünüzde hiçbir engel yok demektir!
Bu uzun yolculuğun birçok farklı yönü ve üzerine düşünülmesi gereken farklı derin katmanları olsa da yazımı burada bitirmek ve üzerine düşünmek isteyenler için bu yazımda ufak bir kapı aralamış olmak istedim.
İlginizi Çekebilir: Podcast: Dijital Çağın Radyosu
Tarih boyunca Eski Mısır, Hindistan, Çin ve Yunan gibi birçok kültürde varlığını sürdüren astral seyahat;…
Bazen çok sevmemize ve değer vermemize rağmen bizim için anlamı ve kıymeti çok büyük olan…
Elbet bu zamana kadarki hayatımızda yolunda giden gitmeyen birçok olay yaşamışızdır. Bu olaylardan bazısının olumlu…
Merhaba sevgili kalemlik okuyucuları. Bu hafta pek çok medeniyetin hikayesini içinde bulunduran Kapadokya’nın gizli tarihi…
Merkür retrosu, astroloji dünyasında ve kendi dünyalarımızda oldukça popüler bir kavramdır. Bu dönemin iletişim; seyahat,…
Merhaba sevgili KalemlİK okurları! Sonbahara veda ederken tüm güzellikleriyle kucak açan kışın yeniliklerine kendimizi yavaş…