Genel

Psikolog Sinem Durusal Röportajı


Sosyal medyada psikoloji anlatıcılığı yaparak yeni nesli ve halkı psikolojik rahatsızlıklar ve bu rahatsızlıkların etkileri konusunda bilinçlendiren Psikolog Sinem Durusal ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. İyi okumalar!

Psikoloji bölümünü okumak genellikle “kendini tanıma” olarak yorumlanıyor. Sizin bu kendinizi tanıma yolculuğunuz öğrenciyken nasıldı ve şu an bir psikolog olarak nasıl ilerliyor?

Aslında öğrencilikten evvel psikoloji okumaya karar vermekle ilgili de bir süreç bu. Çünkü genellikle ben de öğrencilerime sorduğumda aynı cevabı alıyorum. Ben de kaygılı biriydim. Ve kendime çözüm aramak için “Kendimle ilgili ne yapabilirim?” derken psikoloji bölümü okumaya karar verdim. Bunun yanı sıra da insana çok ilgiliyim. İnsan davranışı, buna yönelik anlamlar, bu davranışların neden değişkenlik gösterdiği gibi konulara hem sosyal antropolojik anlamda hem de psikolojik anlamda ezelden bir ilgim var.

Peki okurlarımıza kendinizi tanıtabilir misiniz? Kimdir Sinem Durusal?

Lisansım, yüksek lisansım ve doktoram klinik psikoloji üzerine. Çok uzun zamandır da çocuk, ergen ve yetişkinlerle kaygı bozuklukları üzerine çalışıyorum. Aynı zamanda da psikoloji anlatıcılığı dediğimiz konuda, halka psikolojiyle ilgili daha doğru bilgileri ve içerikleri ulaştırma konusunda gayret ediyorum.

Psikolog olmaya nasıl karar verdiniz?

Dediğim gibi çok kaygılı biriyim ben. Hüseyin Avni Sözen Anadolu Lisesinde okuyordum ve bir gün bayıldım. Şimdi anladığım kadarıyla sınav anksiyetesiyle ilgili bir şeydi bu. Annem apar topar beni doktora götürdü. Doktor psikiyatriye sevk etti normal bir problem olmadığı için. Psikiyatri de bana dedi ki “Sen kaygılı birisin.”. Bunu araştırmaya başladım ve sonrasında birçok insanın kaygılı olduğunu fark ettim, kaygının anormal hissiyatının ya da bizim tabirimizle kaygının katastrofize edilişinin birçok insanda çok yüksek olduğunu gördüm. Sonra dedim ki ben neden psikoloji okumuyorum? O zaman “Madem öyle, bakalım terzi kendi söküğünü dikebiliyor mu?” gibi bir durum oldu. O yüzden de seçtim, iyi ki de seçmişim. Yirmi kere de doğsam, büyük ihtimalle başka bir bölüm okumazdım diye düşünüyorum.

Çocuk, ergen ve yetişkin psikoterapisi alanında çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Size göre en zor grup hangisi?

Ebeveynler. Çocukla, ergenle ve yetişkinle çalışmak; onların hazır oluşlarıyla ve gerçekten kendilerini keşfetmeye ve fark etmeye açık hâle gelmeleriyle ilgili. Dolayısıyla bu grupların hiçbirinde zorlanıyorum diyemem. Özellikle ebeveynle alakalı bir süreç devreye girdiyse ki çocuk ve ergen terapilerinde ebeveyni de işin içine katmamız gereken süreçler yaşanıyor. O zaman ebeveyn bizim için çok hırpalayıcı olabiliyor. Çünkü ebeveyne bir şey söylemek ya da ebeveyne bir şey fark ettirmek, çocuğuyla alakalı bir geri bildirim vermek ne olursa olsun güç bir durum ve onları doğrunun ne olduğuna ikna etmek konusunda bazen çok yüksek dirençle karşılaşabiliyoruz.

“Hazırsan Başlıyoruz” isimli bir kitabınız var. Tekrardan kitap çıkarmayı düşünüyor musunuz?

Evet. Şimdi “Hazırsan Başlıyoruz”, “Acceptance and Commitment” dediğimiz kabul ve adanmışlık anlamına gelen üçüncü nesil psikoterapilerle ilgili bir kitaptı. Anksiyete üzerine çalıştığım için “Neden anksiyeteyle ilgili bir kitap yazmıyorum?” gibi bir istişareyle bir yere geldik ve şimdi özellikle panik bozuklukla ilgili bir kitap yazıyorum. Umarım iki ay içerisinde yayınevine teslim edeceğim. Ne zaman çıkacağını bilmiyorum ama şubat gibi teslim etmiş olacağım kitabı.

Oradan oraya koşturuyorsunuz. Sürekli  seyahat ediyorsunuz, aynı zamanda danışan görüp ders veriyorsunuz. Kitap yazmak için zaman aralığını nasıl buluyorsunuz?

Önce hayat planımı anlatayım. Sabah yedi buçukta kızımla beraber güne başlıyorum. Genelde gece on bir civarı eve girebiliyorum. Dersim ya da hastalarım ancak bitiyor. Ev işleriyle ilgili her şeyi de hallettikten sonra benim kendime ayırdığım ve hiç kimseyi içeri sokmadığım bir alanım var. Yoksa gün içerisinde bunu sıkıştırmamın pek mümkünatı yok. Son düzlükte de şöyle bir ipucum var: Kitabı bitirmeden önce üç gün kendimi bir yere kapatırım, hiçbir şeyle ilgilenmem. Üç gün yok olurum. Son kez bir bakarım, ondan sonra teslim ederim. 

Bazı insanlar mükemmeli arar, her işlerini mükemmel yapmak ister. Sizce mükemmel olmak mümkün müdür?

Mükemmel diye bir şey yok çünkü mükemmel ulaşılabilen bir yer değil. Bir hedef koyarsınız ya da size göre bir mükemmel vardır. Buraya geldiğinizde de yeterince mükemmel değilmiş gibi gelir ve daha yüksek bir hedef koyarsınız. Bu sınırsız, limitsiz bir şey. Aslında buna güdülenmek ya da bunu yapmak istemek bizi yetersiz hissettiren bir şey çünkü hiçbir zaman yeteri kadar tamamlanmış ve yeteri kadar başarmış hissetmiyoruz. Aslında psikoterapilerde danışanla en çok uğraştığımız dört temel içerikten bir tanesi de yetersizlik. İnsanoğlu kusurlu bir varlık. Hepimizin hata yapmaya, yanlış yapmaya ihtiyacı var. Çünkü buradan yapılacak bazı öğrenmeler de var. 

Bazı insanlar hayatı sadece toz pembe bir şekilde yaşar. Onlar için hastalıklar, doğal afetler ve hatta ölüm dahi yoktur. Bazıları ise hayatı en mutsuz anından yakalar, iyileşmekten bile korkar. Sizce bu iki tip insan acı bir gerçekle karşılaşınca hangisi bu süreci daha ağır geçirir?

Yapılan bir araştırma sonucu bize şunu gösteriyor: Erken çocukluk çağında ve sonrasında daha acı tecrübeler yaşayan bireyler mukavemet geliştiriyor. Yani “resilience” dediğimiz bir esneklik geliştiriyorlar. Ancak belli bir yaşa kadar aşırı korunmuş, hiçbir travmaya maruz kalmamış, hiçbir kötü olay yaşatılmamış, belki de paraşüt bir ebeveynle büyümüş insanlar ilk kötü tecrübede bile çok daha hızlı çöküp ayağa kalkmakta güçlük çekebiliyorlar. 

Sosyal medyadaki paylaşımların çoğunda psikolojik rahatsızlıkların çarpıtıldığını fark ediyoruz. “Alışverişe gittim ve depresyondan çıktım, esas terapi buymuş.” gibi tepkiler günlük bir şey haline geldi. Sosyal medya bazı farkındalıklar için iyi bir araç fakat insanlar bunu yanlış yorumlayabiliyor. Bu duruma nasıl dur diyebiliriz? Sizin bu konudaki fikriniz nedir?

Bu duruma ruh sağlığı profesyonellerinin halka, halkın da daha doğru bilgiye ulaşmasını sağlayarak dur denilebilir. Çünkü ortada çok fazla toksik içerik ve bilgi var. Gerçekçi olmayan bilgiler de var. Yargılamak ya da etiketlemek için söylemiyorum ama normalde bu işle alakalı yeterince emek harcamamış ve alanın içine yeterince girmemiş bireylerin herhangi bir şey aktarıyor ve anlatıyor olması, kitleleri yanlış yönlendirebiliyor ve insanlar bundan fayda göreceklerini düşünebiliyorlar. O yüzden de bizim gibi ruh sağlığı profesyonellerinin sosyal medyayı daha doğru ve etkin kullanması, belki daha fazla varoluş göstermesi çok önemli.

Akran zorbalığı bu sıralar en çok tartışılan konulardan biri. Sizce akran zorbalığına nasıl dur diyebiliriz? 

Akran zorbalığına dur diyemeyiz fakat biz çocukları sosyal beceri anlamında kısıtlamazsak onlar akran zorbalığıyla mücadele etmeyi ve bununla yaşamayı öğrenebilirler. Bununla yaşamaktan kastettiğim şey buna boyun eğmek değil, bunun karşısında nasıl bir davranış örüntüsü geliştirebileceklerini öğrenmeleri. İkinci tarafı şu: Bir ebeveyn olarak vicdanlı çocuk yetiştirmek önemlidir ama ne yazık ki bu, bencil çocuk yetiştirmeye doğru dönüyor. Bencil çocuk daha zorbaca davranır, daha makyavelisttir, kendi hedefine odaklıdır. Ama biz daha vicdanlı, insancıl ve empatik çocuklar yetiştirebilirsek bu tür süreçlerin daha kötü yaşantısal deneyimlere dönmesine engel olabiliriz.

Biz umudunu kaybetmek istemeyen ama elinde olmayan nedenlerle kaybeden bir nesiliz sanırım. Bize öneriniz nedir?

Önce şunu bütün içtenliğimle söylemeliyim ki siz çok kötü bir döneme denk geldiniz. O kadar şanssız ve talihsiz buluyorum ki sizi! Hayatınızı yaşayabileceğiniz bir dönemde başınıza gelmeyen kalmadı gibi bir durum oldu. Eve kapatıldınız, bir sürü şeyiniz elinizden alındı… Ama bu geçici bir süreç. Hayat içerisinde başımıza gelebilecek şeyler. Ne olursa olsun çok daha kötü dönemlerden geçtiğimiz tarih dilimlerinde bile insanlar umutlarını kaybetmediklerinde bazı şeyleri dönüştürebilmiş. O yüzden hala bireysel olarak yapılacak bir şeyler olduğunun farkına varmanızı ve ne olursa olsun eylemsiz kalmamanızı öneririm. Yani bir eylem içerisinde bulunursanız umudun peşinden gideceksiniz ve bir gün mutlaka ki muvaffak olacaksınız. Tıpkı zamanında bizim bir şeyler elde ederken muvaffak olduğumuz gibi. 

İlginizi çekebilir: “Gibi” Neden Kült Hâline Geldi?

Genel
Uykunun Şifaları
Genel
Müzisyen ve Oyuncu Emre Aslan Röportajı
Genel
Pareto İlkesi Nedir?
Henüz bir yorum yok.