Röportaj

Ekranın Başarılı Yüzü Özgü Delikanlı Röportajı


Seyirciyi ekrana kilitleyen Gelsin Hayat Bildiği Gibi dizisinin Mert’i Özgü Delikanlı ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Merhabalar, öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Ben teşekkür ederim. Kendinden bahsetmeyi hiç sevmeyen, hiç tercih etmeyen bir insanım ama şöyle bir cevap verebilirim: Ben tamamlanmanın mümkün olmadığını biliyorum ama buna rağmen mükemmeliyete olan bir takıntım var. Kusursuzlukla ilgili bir takıntım var. Bu aslında benim içimde ciddi bir ikilem ve çatışma yaratıyor. Bu çatışma da benim işime veya o an içinde bulunduğum duruma daha fazla odaklanmamı ve durumu çok daha ciddiye almamı sağlıyor. İçinde bulunduğum durumdan çıkmak için bu yönde bir güç veriyor bana bu takıntı, bu ikilem. Bir yanılgı olduğunu bilmeme rağmen mükemmele ve kusursuza yakın yaşamaya çalışmak ya da onunla ilgili bir inancımın olması, beni tanımlayabilir. Bunun dışında gelişime çok fazla önem veren bir insanım, dolayısıyla sürecin hiç bitmemesi ve durmaması gerektiğine inanıyorum. O yüzden aslında hiçbir şeyi sonuçlandırmam. Bu da benim spesifik bir şeye inanmamama sebep olur. Bir şeylere inanıp nokta koyabilen bir insan değilimdir. Bu belki gelişimle ve ilerlemeyle sürecimi özetleyebilir. Yolculuğumda sürecimin devam etmesi, aslında belki de bir şeylerin mükemmel ve kusursuz olması adına verdiğim mücadele, hiçbir şeyi tamamlamıyor olmam beni biraz anlatıyor olabilir.

Eğitim hayatınız Berlin’de Hukuk okuyarak başlayıp İstanbul’da Sinema-Televizyon ve Psikoloji’yle devam etmiş. Oyunculuk hayatınıza hangi noktada girdi?

Oyunculuk benim hayatıma spesifik bir noktada girmedi. Ben oyunculuğa “yaratıcı süreç” olarak bakıyorum, bu yaratıcı süreç aslında doğumumdan itibaren hep işleyen bir süreçti benim adıma. Hikâyelere çok önem veren bir insandım. Her insanın hayatına devam edebilmesi için hayatta bir oyalanma biçimi olduğunu düşünüyorum. Bu oyalanma biçimi ne denli anlamlıysa o kişi hayatını anlamlı bir şekilde sürdürebiliyor. Ben de hikâyelere çok inandığım için, bu yaratıcı süreçte oyalanma şeklimi hikâye arayarak ve hikâye deneyimleyerek seçtiğim için oyunculuk benim her alanımda, her zaman mevcuttu. Belli bir süreden sonra artık bunu görmezden gelmemem gerektiğinin ve bunun için somut anlamda da bir şeyler yapmam gerektiğinin bilincindeydim sadece. O son nokta, “Artık yeter!” dediğim nokta benim “Evet, şimdi oyunculukla ilgili somut bir şeyler yapacağız.” dediğim nokta olmuştur. Ama bunun dışında “Şöyle bir zaman diliminde bende bu uyandı ve bu yüzden de oyunculuğa geçiş yaptım.” veya “Biri benimle ilgili bana bir şey hatırlattı, bu da benim oyunculuk yapmama sebep oldu.” gibi bir şey yok. Aslında her zaman benim içimde olan bir şey ve zaten her durumun içinde, her koşulun içinde oyuncu olarak yaşadığım bir sürecim oldu bugüne kadar. Hukuku bırakışım ise aslında şöyle oldu: biraz kendi adıma kalıplarda kalmam gerektiğini görünce, biraz da aslında ezbere dayalı bir şeyin hakimiyeti sonrası o alanda var olacağımı fark edince benim için uzun vadede sıkıcı olacağına, beni doyurmayacağına ve ruhumu beslemeyeceğine inandım. Bu yüzden bu ayrılığım, bu karar değişikliği çok zor olmadı benim için. Sadece çevremi bu konuda ikna etmem pek kolay olmadı. Psikoloji de benim çocukluğumdan beri ilgi duyduğum bir alandı çünkü insan gözlemleme, insan analizi, doğamız ve hayatımızı sürdürebilmek için verdiğimiz kararlar, tercihler, bunların altında veya özünde neler olduğu gibi sorular benim hep öncelikli sorularım oldu. Bu yüzden psikoloji alanı oyunculuktan önce çok başka, çok önemli bir alandır benim için. Sadece beslenme açısından da değil. Ben aynı zamanda kendimi, insanı ve yaşamı tanıdıkça bazı konularda doyduğuma inanan bir insandım. İkisini beraber ortak okumam bana sonra şöyle bir şey verdi: sinemayla psikoloji veya oyunculukla psikoloji kesinlikle birlikte yürüyen alanlar ve bu; bir oyuncunun yaratıcı sürecini direkt olarak etkileyen, oyuncunun sahnede teslim olabilmesini, kendini çok daha fazla özgürleştirebilmesini, gerekenin herhangi bir şey yapma ihtiyacı duymadan içten çıkmasını sağlayabilir. Böyle bir birliktelik oldu sinemayla psikoloji benim için.

Hayatınızı Gelsin Hayat Bildiği Gibi dizisinden bir karakter olarak devam ettirecek olsaydınız kimi seçerdiniz?

Sadi Payaslı derdim. Bu arada Sadi Payaslı’yı çoğunluk beğendiği veya takdir ettiği için değil, gerçekten karakter özellikleri ve yaşama şekli olarak Sadi Payaslı’yı tercih ederdim. Çünkü Sadi Payaslı hayatında kendini belli bir noktaya getirmeyi başarmış. Hayatına akılcı bir taraftan yön verdiği için; hayatı belli başlı duygusallıkları, belli başlı dürtüsel özellikleri kenara bırakıp daha mizahi, kendini yormayan, acısını dahi farklı değerlendirebileceği bir yönden ele aldığı için. O olgunluğu, o sakinliği ve o mizah yeteneği var; önüne zor ve aşılması kolay olmayan bir olay çıktığı zaman Sadi Payaslı bu durumla çok farklı bir dilden mücadele ediyor. Bu yaklaşımı o acı karşısında hem etrafını rahatlatıyor hem de kendisinin bir şeyi farklı bir şekilde öğrenmesini sağlıyor. Diğer karakterlere baktığımız zaman onlar bence kendi yolculuklarının çok başındalar, birçoğu olmamışlık hikâyesiyle baş başa. Sadi Payaslı o olmamışlığı atıp olmuş bir şekilde hayatına devam ediyor. Bu da belli başlı olgunlukları, sakinlikleri ve birtakım anlamları ortaya çıkartıyor.

Özgü ve Mert’in ortak özellikleri var mıdır? Mert karakterini ilk okuduğunuzda kendinize bir yakınlık hissettiniz mi?

Mert Yılmaz’la hemen hemen hiçbir ortak özelliğimizin olmaması aslında benim bu karaktere heyecan duymamı ve bu karaktere karşı bir merakımın uyanmasını sağladı. Bu karaktere nasıl can vereceğimi ben de merak ettiğim için aslında kendimi o sürece teslim ettim. Belki sevdikleri adına yaşaması, ben odaklı olmaması, sevdikleri ve çevresi adına yaşayan biri olmasıyla bir noktada bana benzeyebilir. Onun da doğruları var hikâyesi gereği ve doğrularını savunmakta çok kararlı bir kişi. Ben de doğrularımı ve idealizmimi savunmakta çok kararlıyım. Bu noktada da belki benzerliklerimiz olabilir ama onun dışında yaşı, koşulları, geçmişi, ergenliği, zor ve ağır olayların içerisinde bazı şeyleri algılayamayışı, olgun olamayışı, fevriliği ve bunun gibi özellikleri bana oldukça uzak özellikler. Hem eylemsel anlamda uzak Mert Yılmaz bana hem düşünsel anlamda uzak. Koşulları itibariyle de çok uzak; Dolayısıyla benim buradaki en büyük heyecanım on yedi yaşıma geri dönüp oradaki o kaybolmuşluğu, oradaki o fevriliği, saflığı, kimi zaman aptal hallerini inceleyebilmekti.

Sette yaşadığınız ve unutamadığınız bir anınız var mı?

Sette yaşadığımız çok şey var, çok güzel anılarımız var. Yirminci bölümlere geldiğimiz zaman Mert’in arkadan yiyeceği darbe ile bayıltılıp kaçırılacağı bir sahne vardı. Aslında gözüken arkadan gelen kişinin sopayla vurması, karakterin bayılması ve sonra araçla götürülmesi. Bu herkesin ortak dilde gördüğü bir şey ama bir oyuncu o küçük anda bile bir gerçeklik yaratmak istiyorsa gerçekten bayılmalı bir noktada benim anlayışıma göre. (gülüyor.) Ben ön çalışmamı yaptığım için o darbeyi yedikten sonra gerçekten beynimde bir şeyleri noktaladım ve aslında sıfırlanıp bir bayılma anı yaşadım o sahnede. O bayılma anını yaşadıktan sonra kendimi bıraktım, arkamda bana sopayla vuran iki kişi epey şaşırdılar ama sahne devam ettiği için beni sımsıkı tutmaya çalıştılar çünkü ben hiçbir şekilde ayık değildim o andan itibaren. Sonra bizim görüntü yönetmenimiz anlayamadı benim gerçekten bayılıp bayılmadığımı. İdrak edemeyince kamerayı birdenbire bıraktı sahnenin ortasında “Özgü, oğlum iyi misin, bir şeyin mi var?” diye bana koştu. Sonrasında ben gözlerimi açtım ve dedim ki  “Abi, sen benim oyunculuk anlayışıma hala alışamadın mı? Yirmi ikinci bölümü çekiyoruz, beni tanıyor olman lazım.” O da bana dedi ki “Allah senin canını almasın, ödümüz koptu oğlum. Tamam hadi! Devam edelim, tekrar alalım.” Böyle bir anım var.

Hepimiz zaman zaman zorluklarla karşılaşıyoruz. Kimi zaman hayallerimizden vazgeçiyoruz. Hayallerimizin peşinden giderken ve bu zorluklarla başa çıkarken bir cesaret göstermek gerekiyor. Bunu kendinizde nasıl buluyorsunuz?

İnsanların çoğunluğunun hayata bir formül veya bir tasarı olarak baktığını düşünüyorum. Çok fazla içgüdüsel olduklarını düşünmüyorum. Formül ve tasarı olarak baktığın zaman direkt olarak meselenin sonucuna odaklanırsın ve “Bu mesele bana ne katacak?” veya “Bu mesele bana hangi noktada zarar verecek?” dersin. Bu da aslında senin akışına engel olmana ve kendi gerçekliğini, kendi potansiyelini yaşatamamana sebep olur. O yüzden ben; başıma gelen zorlukları bir öğreti olarak, güzel bir yanından almaya çalışıyorum. O an gerçekten hiç şakası olmuyor, çok ciddi anlamda acıtıyor, çok zor oluyor ama o zorluğu sahiplenmek, onu yok saymamak, o zorluktan kaçmamak ve o zorluğun içinden çıkıp sonucunda nereye varacağımı merak etmek bende cesareti tetikliyor. Yani o bilinmezliğe direkt olarak giriyorum ben ama bunu bilinçsiz bir şekilde yapmıyorum. Cesaret açıkcası benim durup seçtiğim bir şey değil, içimde olan bir şey ve belki de bugüne kadarki yolculuğumda beni taşımış bir şeydir. Başıma gelecek her türlü zorluk veya acı, beni çok önemli bir noktaya taşıyacağı için başıma gelmiştir. O yüzden o zorluk ve acıyı nasıl ele aldığım önemli, ben de onu cesaretle ele alıp yok saymayarak yoluma devam ettim.

Almanya’da okurken de oyunculuk eğitimi alıyormuşsunuz. Aslında üniversiteyi bırakma kararınız büyük bir adım, sizi İstanbul’a getiren şey ne oldu?

İstanbul’a tek bir sebeple geldiğim bir süreç olmadı, benim İstanbul’a gelişimin bir çok sebebi var. İstanbul’a gelip “Artık burada yaşayacağım, Berlin defterini kapattım.” gibi bir bakış acısıyla gelmedim buraya, o süreçte sürekli gidip geldim zaten. Aslında bu yolculuk benim için “Farklı alanlarda, farklı coğrafyada ve farklı insanlarla gelişimimi nasıl sürdürebilirim?” çabasıydı her zaman. Biraz da ailemden bağımsız olmakla ilgili çabam vardı. Ailem her zaman benim içimde çok başka bir yerde, onlara olan bağlılığım ve onlarla olan iletişimim çok başka ama “Fiziksel olarak onların alanından uzaklaşırsam Özgü’nün gerçek yolculuğuyla ilgili bir şeyleri birebir deneyimlerim.” bakış açısıyla böyle bir yola çıktım. Bana çok anlamlı şeyler kattığını düşünüyorum, o yüzden bu kararımdan hiçbir zaman pişman olmadım.

Oynadığınız Mert karakterinde en sevdiğiniz ve en sevmediğiniz özellikler nelerdir?

En sevdiğim özelliği “doğru” adına verdiği mücadeledeki kararlılığı, başına ne gelirse gelsin asla vazgeçmeyişi. Genel olarak başına gelen bütün meseleler onun ve çevresinin boyunu çok aşan meseleler. O yüzden çok rahat, anlaşılır veya insanların bekleyeceği yönde bir tepki vermiyor çünkü gerçekten çok ciddi ve istikrarlı bir şekilde engellerle boğuşuyor. Doğru konusundaki kararlılığı en sevdiğim özelliği. En sevmediğim özelliği de hiçbir zaman ben odaklı olmaması çünkü bir noktada ufak da olsa insanın ben odaklı olması gerektiğini düşünüyorum. Kendine dönsün, sonra etrafına bakabilsin ve etrafına iyi gelebilsin. Tamamen sevdikleri için yaşayan bir insan, anlaşılmak üzerine dava gütmüş bir insan, hiçbir şekilde kendine bakmayan ve kendi meselesini sevdikleri için kenara koyabilecek kadar yürekli bir karakter.

Bundan 10 yıl önceki Özgü’ye verebileceğiniz en iyi tavsiye ne olurdu?

On yıl önceki Özgü’nün büyüme ve olgunlaşma konusunda çok hırslı olduğunu biliyorum. Bunun için çok yönlü çaba sarf ettiğini ve gelişme odaklı olduğunu biliyorum ama bu hırsının onun gözünü kör ettiğini, birçok konuda sakin olması gerektiğini, kendisini zamana bırakırsa ve kendi anlamının peşinden gitmekte kararlı olursa zaten dilediği noktaya geleceğini ve büyüyeceğini düşündüğüm için “Sakin ol, sadece çalışmaya devam et. Sabırla yolculuğunu sürdür.” derdim. Tavsiyem bu olurdu on yıl önceki Özgü’ye.

Oyunculukta kendinize rol model olarak gördüğünüz ve “Keşke birlikte oynayabilsek!” dediğiniz usta bir yıldız var mı?

Ben karakter oyunculuğu felsefesinden ve anlayışından geliyorum. Dolayısıyla birçok karakter oyuncusunun benim hayatımda çok özel yeri vardır. Hiçbirini birbirinden ayırmak istemem çünkü hepsi çalışmalarında çok titizler, çok özverililer ve 15-20 saniyelik bir anda bile o gerçekliği yaratabilmek için aylarca çalışabiliyorlar. Dolayısıyla bu fedakar insanları ve aktörleri birbirinden ayırmak çok zor, hepsi çok kıymetli ama bende çok başka bir yeri olan kişi Dustin Hoffman‘dır. Çünkü o 1969’larda karakter oyunculuğu ile ilgili çok büyük bir devrim gerçekleştirmiştir. 9 yıl boyunca istikrarlı bir şekilde reddedilmiştir. Ama o inatla felsefesini savunmaya devam etmiştir ve birbirinden farklı karakterler için çok özel çalışmalar yapmış, çok ciddi özveri göstermiştir. Benim kılavuzum da odur. Hayattaki en büyük şansım da aslında Dustin Hoffman’ın geldiği ekolün bir parçası olmak oldu. Kendisini yetiştiren ustanın öğrencisi olduktan sonra o ekolü ve o felsefeyi daha yakından tanımama fırsat oldu. Bu da beni daha çılgın bir yolculuğa sürükledi. Çünkü oradaki titizlik ve detaycılık inanın anlatılması çok zor bir şey. Setten eve döndüğünüz zaman yorgunluğunuz, sadece o sahneye dayalı efor sarf ettiğiniz için ortaya çıkan bir yorgunluk olmuyor. Tanımadığınız, tanımaya çalıştığınız, tanımak için büyük bir özveriyle çalıştığınız o yeni karakterin acısı oluyor. Siz hayatı kendinizden ibaret görürken yeni deneyimlediğiniz o karakter bunun tamamen bir yanılgı olduğunu hatırlatıyor size. Bu yanılgı da kendi içinizde yeni sorular sormanızı sağlıyor, sadece bir karakter macerasında olmuyorsunuz. Kendinizi yeniden sorgulamaya başladığınız için bu felsefe aslında sizi çok ciddi anlamda büyütüyor ve farklı bir bilinç geliştiriyor. O yüzden ben Dustin Hoffman’a çok büyük saygı duyuyorum. Eğer onunla karşılıklı oynayacağım ya da onun bir hikâyesinde yer alacağım bir karaktere sahip olsaydım bu aşkımı herhangi bir sözle tarif edemezdim herhalde.

Hayatta birçok haksızlıkla karşı karşıya gelebiliyoruz. Bazen sadece duyuyoruz bazense bire bir şahit oluyoruz. Birçok kişi için sakinliğini korumak kolay değil. Mert de ilk andan beri birçok şey yaşadı, haksızlıklara maruz kaldı. Zaman zaman soğukkanlı tepkiler verdiğini gördük fakat dayanamayıp başını belaya sokma alışkanlığı olduğu da doğru. Sizce Mert’te bardağı taşıran nokta ne oluyor?

Mert’te bardağı taşıran son nokta genel olarak aslında yaşı, ergenliği, olmamışlığı, koşulları ve istikrarlı bir şekilde onun üzerine gelen zorluklar. Çünkü karakter olarak hangi durumda olursa olsun herhangi birine zarar vermek isteyen veya hırgür çıkarmak isteyen bir kişilik değil. Ben öyle görmedim hiçbir zaman Mert Yılmaz’ı. O son noktası aslında onun henüz yeteri kadar görmemişliğinden kaynaklanan patlamalar, ergenliği, geçmişindeki eksikliklerle ilgili. Biz her ne kadar konuşsak da anne baba eksikliği sosyolojik ve psikolojik anlamda çok ciddi bir eksiklik. Kişinin var olması, benliğini yaratması konusunda çok ciddi eksiklikler barındırıyor Mert Yılmaz. Anne baba eksikliğiyle mi mücadele etmeli, Yedikule gibi koşulları zor olan bir ortamda yaşamını sürdürmekle mi mücadele etmeli, ablasının hemşire maaşıyla geçinip maddi anlamda diğer arkadaşlarına göre çok daha fazla dikkat etmesi gereken konularla ve sınırlarla mı mücadele etmeli yoksa bir insanın hayatını kurtarmak isterken bıçakladığı kişinin aslında aşık olacağı kızın babası olmasıyla mı? Bunu bir çember olarak ele aldığımız zaman dört bir yanı problemle çevrili olan bir kişilik. Bu çok ciddi bir sıkışmışlık yaratır, kendini ifade edememe problemini ortaya çıkarır çünkü bu on yedi yaşlarında olan bir süreç. İki sene de içeride yatması, içeride geçirdiği süreç zaten pek anlatılabilir bir süreç bile değil çünkü haksız bir şekilde girmiş. Orada yaşadıkları, deneyimledikleri, değişen düşünce şekli, öfkesini bastırmak zorunda olması, çıkacağı günü beklemesi, ablasına duyduğu mahcubiyet… Bunların hepsi onun artık pek de tahammülünün kalmadığını gösteriyor ve o tahammülün sıkıştığı anlar da bardağı taşıran son nokta oluyor. Dolayısıyla yaşadığı koşullar onu buna itiyor diyebilirim.

Son olarak çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu KalemlİK platformu okurlarına verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Kimseye tavsiye vermek benim haddim değildir diye düşünüyorum ama kendi yolculuğumdan bir örnek verecek olursam ben her insanın ortak bir mecburiyete bağlı olduğunu düşünüyorum. Bu ortak mecburiyeti de oyalanmak olarak adlandırıyorum. Anlamlı bir meşguliyet ya da anlamlı bir odak hali. İnsan bence kendi içinde, kendi anlamına kulak veriyorsa o anlamı gerçekleştirecek oyalanmaların içine girmeli ki hayat sürdürülebilir olsun, kişi için daha anlamlı bir hal alsın. Ben oyalanma yönünü kendi benliğimden, kendi gerçekliğimden uzaklaşıp yeni bir karakterin gerçekliği olarak ele alıyorum. İnsanlar da bence bu oyalanma şekillerini kendi anlamlarına kulak vererek bulabilirler diye düşünüyorum.

İlginizi çekebilir: Voleybol Ülkesi Türkiye!

Röportaj
Genç Oyuncu Gizem Güneş Röportajı
Röportaj
Sihirli Annem’in Ceren’i Gizem Güven Röportajı
Röportaj
Farklı Tarzıyla Adından Sıkça Söz Ettiren Emre Fel Röportajı
Henüz bir yorum yok.